Siz sevemezsiniz kardeşim!

Önce Yavru Saim adını taşıyan Süleymaniye ile başladılar, sonra Cerrahpaşa, Gürbüzler Ocağı ve nihayet İstanbulspor… Sarı-siyahlı formanın Kurtuluş Savaşı yıllarına uzanan öyküsü…

Oğuz’lu, Aykut’lu, Hamza’lı, Gerson’lu İstanbulspor, paranın gücüyle kurulmuş ama tribünlerin sevgililerine kucak açtığı için sempati toplayan bir güzel takımdı.

Taa 1997’lerde bulmuştum 1960’lardaki takımın bıçkın topçularını bir söyleşi için. İstanbul Lisesi’nin bahçesindeki küçük taş binada toplanmış eski günlere dalmıştık birlikte.. Takımın o yıllardaki acar forveti Bilge Tahran, Saffet Susiç zamanında ekibe daha bir yakın olduklarını ve onu karşılarına alıp, ‘Şampiyonluk istiyoruz’ dediklerini sonra da elindeki krizantemleri bıraktığını anlatıyordu masasına… Susiç etkilenmiştir herhalde… Sergen, Halilagiç, Oğuz, Aykut, Gökhan gibi yıldızlar vardı takımda. Biz de İstanbulspor maçlarında gittikçe artan tribün kalabalığının içinde yerimizi alıyoruz o zamanlar. Şimdi de bir başka değiller mi? Nasıl sakin, nasıl soğukkanlı ve bilerek oynuyorlar… Hani takım tuttuğumuzdan değil ama Oğuz, Sergen, Aykut… Ne kadar sevgilimiz varsa oradaydı bir zamanlar. E ne yapacağız? Hemen yazılacağız tabii ki tribüne… Amacımız üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. Bu memlekette bağcı döven çok zaten. Ya da bizden önce dayak yiyen bağcı sayısı mebzul miktarda. Biz üzüme yönelelim. Direkt diyorum. Serbest atış…

Cem Uzan’ın takımı!
Sonra bir gün Cem Uzan, takımı aldı. Aldı resmen! İstanbul İdadisi konseptli bu Kurtuluş Savaşı madalyası sarı-siyahlıların Uzan’lar tarafından yönetileceğini öğrendiğimizde, tarihin bizi bağlayan yerine ‘zoom’ yaptık. Olay zaten Uzan’lara sirayet ettiğinde tarih orada durmuştu bizim için. Biz az önce saydığımız isimleri seyretmeye gidiyorduk hülyalı halimizle tribünlere. O Halilagiç neydi öyle? Yükseldiğinde havada yeniden yükseliyor, uzuyordu sanki… Sonra Oğuz-Aykut ikilisi. Nesini anlatayım kardeşim, zevkti işte zevk… Neden İstanbulspor’u tercih etmişlerdi, sonraları buluşmalarımızda konuştuk ama dedim ya tarih… Tarih, İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesinde duruyordu işte…

İlk adım 1924’lere dayanıyor, Süleymaniye’ye… İstanbul demek gerekir belki. Çünkü Süleymaniye’nin ilk çağrıştırdığı İstanbul oluyor. Süleymaniye takımı gencecikken ölen futbolcusu Saim’in adını alıyor sonraları. Saim bir hastalıktan ölüyor. Takımın en sevilen topçusu o zamanlar; Yavru Saim. Takım bu isimle anılıyor bir süre. Ekipte İstanbul Sultanili çocuklar var. Resmen lise takımı kuramıyorlar ama Yavru Saim adını alarak Süleymaniye formasını giyiyorlar. Başlarında Kemal Halim Bey. Bir lokal tutuyorlar. Bir süre sonra lokalin yeri, işletmesi gibi sorunlar çıktığında, Cerrahpaşa Kardeşlergücü’ne geçiyor-iltihak ediyor!- takım, toptan… ‘Kemal Halim Hoca neredeyse biz oradayız!’ hesabı. Daha sonra ise Yavru Saim takımı Kadırga’daki Gürbüzler Yurdu ile birleşiyor ve İstanbul Gürbüzler Ocağı olarak anılmaya başlıyorlar.

Liseliler cephede
İstanbul İdadili gençlerin bir Galatasaray örneği vardı önlerinde… ‘Hani’ diyorlar, ‘onlar da biz de liseliyiz. Onlar takımlarını kurdular, biz de kursak…’ Ama lise yönetimi bu işe soğuk bakıyordu. Olay Sultani’yi sardıkça sarıyor, artık açıktan bir futbol takımı kurma isteği dillendiriliyordu. Bütün oyuncuları Sultanili bir takım, başka bir kulübün formasını giyip sahada o kulübü temsil ediyordu. Yakışık almazdı. Oturup uzun uzun tartıştılar… Emin Kalafat, Mümtaz Tahran, Cemil Said Barlas, Tahsin Banguoğlu ve Yavuz Abadan gibi

geleceğin bakanları, profesörleri olacak gençler bu tartışmanın başını çektiler. İsteklerini sıraladılar ve toplantı salonunda kürsüden okumaya başladılar; “Takımı tüm okulun malı haline getirmek, adını İstanbulspor olarak değiştirmek ve okulun renkleri olarak bilinen sarı-siyahı takımın rengi – Mevzu Birinci Dünya Savaşı’na uzanıyor… İstanbul Sultanisi, eli silah tutan bütün gençlerin vatan savunmasına katıldığı dönemlerde neredeyse okulun yarısını cepheye yolluyor. Gidenlerin çoğu geri dönmüyor. Bunların içinde Gürbüzler Ocağı takımının, yani Sultanili gençlerin adları da var. Yaralı dönen gençlerin tedavisi ise okulun hastaneye dönüştürülen bölümlerinde yapılıyor. Duvarlar sarı renge boyanıyor, çerçeveler ve bütün ahşap kasalar da siyaha. İşte sarı-siyah İstanbulspor rengi buradan geliyor.- olarak kabul etmek…” Kısa ve net. Var yok dinlemez bir çocuk isteğiyle bir solukta sıraladılar isteklerini. Kemal Halim Bey, Memba-ı İrfan Mektebi mezunuydu ama İstanbul Sultanisi’ne bu okulda okumak ve bir futbol takımı kurmak nasıl bir şeydir onu anlatıyordu… 4 Ocak 1926’da resmen ilan edildi İstanbulspor…

Kurtuluş Savaşı sonrası zorlu bir dönemdi. Yukarıda sıraladığımız isteklerini kabul ettirmişlerdi ama yeniden inşa süreci bu zorlukların içinde yapılıyordu. Büyüdüler ve genişlediler. Okul çatısı yetmez oldu. Aksaray Valide Camii’nin karşısındaki köşede bulunan Vardar Kıraathanesi’nin ikinci katı 30 liraya kiralandı. Kemal Halim Bey bu işi de çözmüştü. Kulüp bir takımın kalesiydi. Kale tutulmuştu önce. Ve o kale Yasinzadelerin evinden getirilen eşyalarla döşendi bir güzel. Koltuklar şuraya, masa şuraya pencerenin önüne…

Yürüyüş başlıyor
Yıl 1927-28’e geldikte, yönetmelikler gereği Üçüncü Lig’e alındı İstanbulspor. İhsan, Hayri, Ali Sohtorik, Tevfik, Süvari, Halis, Mithat, Kemal Halim, Hikmet’li kadro aynı sezon şampiyon olup bir üst lige çıktılar… Sarı-siyah renkteki ilk formalar iki parçalıydı. Sağ taraftaki siyah parçanın üzerine sarı bir yıldız iliştirdiler. 1927-28 üçüncü, 1928-29 ikinci, 1929-30 Birinci Lig. Yürüyüş başlamıştı. Sarı-siyahlılar altı takımlı İstanbul Ligi’ni beşinci bitirdiler. Sonraki sezon da yine aynı yerde… 1931-32 sezonu ise İstanbul Ligi hasılatın paylaşılmasında sorun yaşayan Galatasaray ve Fenerbahçe olmadan oynandı. Bu ikiliye sonraları Beşiktaş da katıldı. Yani bir çeşit havuz tartışması… İstanbulspor, önce beş takımlı İstanbul Ligi ve İstanbul Şildi maçlarından şampiyonluklar çıkardı sonra da İstanbul’u Türkiye şampiyonasında temsil edip sezonu Türkiye şampiyonluğuyla kapattı.

1934-35 sezonu zor sezon. Her açıdan… Para yok. Malzeme yok. Yusuf Ziya Öniş, sarı-siyahlıların ancak kendi kulübü Güneşspor’a iltihakı ile sorunun çözüleceğini söylüyor. Sultanililer yeniden toplandılar. Biraz daha büyük konuştular bu kez; “Kimi kime satıyorsunuz arkadaşlar?” Manda ve himaye kabul olunamaz! ruhunun henüz diri olduğu yıllar. Kimse şimdiki gibi kiralayalım memleketi! ağzıyla konuşmuyor o zamanlar… 1940 ve 60 arasında inişli çıkışlı ama artık lise desteğini arkasına almanın da ötesinde tribünleri taraftarlarınca doldurulan ve İstanbulspor var. Ve bu yürüyüş 1960’larda üst düzeyde başarılara getirmiş takımı. Ama 1960’ların sonlarına doğru takım İkinci Lig’e düştü. Sonraları Bilge’lerin, Kasapoğul’larının, Zorbay’ların, Yıldırım’ların, Kel İhsan’ların yıldız yıldız parladıkları ekip, düşüşe engel olamadı. Futbolumuzun Yasin’leri, Ercan Aktuna’ları, Ender Konca’ları, Alpaslan’ları, Cemil’leri, Gökmen’leri ve daha niceleri bu ekipten çıkmıştı ama bir ilgisizlik hastalığı, kulübü Üçüncü Lig’e kadar sürükledi.


1991-92 sezonuna kadar sürdü bu durum. Cem Uzan asırlık pınara el uzattı ve şöyle bir şeyler söyledi; “Paranın çözemeyeceği sorun yoktur.” Evet çözdü de. Çünkü hatır gönül ve arkadaşlık için bir formanın tere bulandığı yıllar geride kalmıştı ve şimdi para konuşuyordu. Aynı sezon ünlü golcü Tanju Çolak bile sarı-siyahlı formayı geçirdi sırtına. Çok geçmedi 1994-95 sezonu Kadir Aytaç ve yardımcısı Ziya Doğan İstanbulspor’u Birinci Lig’e taşıdılar.

Cağaloğlu’nda İstanbul Erkek Lisesi adını alan Sultani’nin vakıf binasındayız. Etrafımda 1960’lı yılların Arap Yılmaz’ı, Bilge’si, Yıldırım’ı, Boncuk Ahmet’i, Janti Yalçın’ı, Günay’ı, Muhittin’i, Zorbay’ı var. Sözü Zorbay aldı önce; “Biz kenar mahalle çocuklarıyız. Balat’ın delikanlılarıyız. Bitirimiz, kabadayıyız, hergeleyiz ama âşığız bu takımın renklerine..”

Mahallenin En Şık Abileri
1967 yılında küme düştüklerinde futbolu bırakma kararı alıyor Zorbay. Yediremiyor kendine. Danimarka’ya gidiyor. Biraz uzağa, yani Ali Şen’in yanına… “Döndüm ama arkadaşlarım sürekli aradılar ve gelmemi istediler. Ali Şen Fenerbahçe’nin başkanı, ben ise Ayakapı’da kahvehane işletiyorum.” (Zorbay, bugün de Ayakapı durağının karşısında çok güze bir Haliç manzarasına karşı kurdukları İstanbulsporlular Lokali’ni işletiyor. Manzara gerçekten çok güzel).

Arap Yılmaz lafa giriyor. Ağır bir abi Yılmaz; “Adalet takımında oynarken Ali Mortaş buldu beni. Beş yüz lira aylık ve transfer parası vereceğiz dediler. Ben de beş yüz lira aylık yeter, üste ne parası vereceksiniz dedim…” Arap Yılmaz Eyüplü. Savaklar’dan… Takımın asından insanın hasından hani; “Biz Cibalili, Arap Eyüplü!” diyor Zorbay…

Arap Yılmaz şimdi Edirnekapı’da Gümüşsuyu Fabrikası arkasındaki mezarlığın olduğu yerdeki Şafakspor sahasında yetişmiş. Bozkurt sahası, Bostanlık yok artık; “Arsalar kayboldu. Kaleci elbette ki yetişmez. Şimdikilere bakıyorum da sinirleniyorum. Adam otuz metreden atılacak frikik için baraj yaptırıyor. Oradan kurşun sıksan geçmez be arkadaşım.”

Sohbet koyulaşıyor. Boncuk Ahmet Arap Yılmaz’ın Beşiktaş maçında ışıklar sönünce İnönü’deki duhuliyede Yusuf’la (Tunaoğlu) nasıl sigara içtiklerini, ışıklar yanınca da dalıp gittiklerini anlatıyor satır satır… Gülüşüyoruz. Aksi adammış Arap. Ya da haşarı diyelim; “Işıklar kesildi bi maçta. Yusuf’la (Tunaoğlu) karanlıktan istifade şortumun kenarındaki sigaraları yaktık. Bir uğultu yükseldi. Meğerse ışıklar gelmiş, millet bağırıyor…”

Takımda okumuş çocuklar da var. Bilge Tahran mühendis, Günay avukat, Janti Yalçın ticari ilimler akademisi mezunu. Varoştan gelenlerle tahsilli gençler bir arada… Bir ideal İstanbulspor kadrosu çıkarttık birlikte; ‘Arap Yılmaz, Yıldırım, Bahattin, Janti Yalçın, Türker, İhsan, Bülent, Oğuz, Sergen, Saffet, Cemil. İşte kafalarındaki gelmiş geçmiş en iyi kadro… Söz dönüp dolaşıp Bilge Tarhan’ın nasıl bir İstanbulspor düşlediğine geliyor; “Sarı-siyah bir aile, bir dünya ailesi düşünüyoruz. Aynı renkteki bütün takımları kardeş takım ilan ediyoruz. Şampiyonluk istiyoruz.” Boncuk Ahmet giriyor söze; “O zamana kadar biz ölürüz!” Janti Yalçın son noktayı koyuyor; “Ölmeyiz! Ölmeyiz! Ölmemeliyiz!”

Hangi takım?
İstanbul Sultanisi, Yavru Saim, Gürbüzler Ocağı ve İstanbulspor… Ben çok uzaklarda kalmış bir İstanbul Limanı’nda kaçak silah ve asker ceketi yükleyen okullu gençlerin duvarlarına dokunarak çıkıyorum bahçeden… Sonra Saffet Akbaş’ı görüyorum televizyonda… Karşıyaka, Van, Fenerbahçe ve Diyarbakır yolculuklarından sonra İstanbulspor’a gelen Saffet’i… Gördüğümüz göreceğimiz en erdemli futbolculardan biridir o. -1989-90’da Gaziosmanpaşaspor’da birlikte forma giydik- Fenerbahçe’yi yenmişler ve kendisine uzatılan mikrofonlara şöyle bir şeyler söylüyor: “Yenilmek dünyanın sonu değil. Ben Fenerbahçeli arkadaşlarım için üzülüyorum. Arkadaşım Musa’ya da katılmıyorum. Çok atmadık ne demek. Kimseyi aşağılamamak lazım…” Aykut Kocaman buna benzer şeyler söylediğinde Ali Şen çekmişti ipini. Önce sakalları uzamış- ve ne de yakışmış- Aykut’u takımı neden bıraktığına içkin açıklamalar yaparken -yine o vakur havada- izledim sonra aynı Saffet’i geçen akşamlardan birinde arkadaşları adına bir ayrılık türküsünü seslendirmeye çalışırken gördüm televizyon ekranlarında. Takım arkadaşlığı başkadır. Birbirimizin pasına koşmuşluğumuz, hatalarımızı örtmüşlüğümüz, ekmeğimizi paylaşmışlığımız var Saffet’le. Ah kardaşım dedim! Kendi kendime; “Kendi düşen çocuk topçu ağlamaz!” Niye dedim, neden dedim bilemedim. Tıkanıp kaldım boğazında düğümlenen tomurcuklar gözyaşı olup düşmeye başlayınca Saffet’in… Dürüldü içimin bayrakları. Aykut ise en iyi arkadaşlarımdandır. Sözün çubuğunu yakıp mevzuları uzatmışlığımız çoktur.. “Kitaplar yazmaz belki!” diyerek konuştuk burada anlatılamayacak bir sürü şeyi… Yaralar sarılmaz mı? Sarılır belki… Geçilmez mi bu yollardan? Geçilir belki? Siz iyisi mi Balat yolu üzerinde Ayakapı otobüs durağının biraz ilerisindeki İstanbulsporlu eski futbolcuların buluştuğu o lokale gidin. Elinizde illaki sarı-siyah krizantemler olsun. Gerisini Bilgeler, Zorbaylar, Bahattinler, Yılmazlar, Atalar, Kasapoğulları anlatsın. Bi güzel anlatsın… Zorbay söyledi en son sözü; “Alsalar nolur satsalar nolur. İstanbulspor’u biz seviyoruz kardeşim. Onlar sevemez?” Onlar kim mi?

İstanbul Boğalar’ı ha! Ne bileyim. Birden içlendim şu karman çorman ligde. Öyle işte…

Hakan Dilek
1997

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir